2 Nisan 2016 Cumartesi

Johannes Schıltberger'in Samsun Anıları

7 . B ö l ü m
Bayezid’in Samsun Şehrini Fethi

Bu olayları takip eden yaz geldiğinde, Bayezid seksenbin kişilik kuvvetle Tsanika (Canik) topraklarına girdi ve başkent Samson’u (Samsun) kuşattı. Bu şehir, Kuvvetli Samson” tarafından inşa edilmiş ve ona izafe edilmişti. Şehrin hakimi de bu bölgeye izafetle Simaid ismini taşıyordu.*


Kral bu Beyi şehirden tardetti. Ahali bunu duyunca Bayezid e teslim oldular. Bayezid şehre ve bölgeye kendi adamlarını yerleştirdi.
 _______________________
(* ) Simaid, herhalde bir yanlış anlama ve yazmadan kaynaklanmaktadır. Aslında Bayezid’in şehirden çıkardığı "Kötürüm Bayezid” denilen lsfendiyar Bey idi.) 


8 . B ö l ü m
Yılanlar ve Engerekler

Ben Bayezid nezdinde bulunduğum süre içinde, Samsun’da heyecan verici, mucizevî, bir olay yaşandı. Şehrin önünde o kadar çok yılan ve engerek vardı ki bunlar kentin önündeki ovayı bir millik daire halinde adeta kuşatmışlardı. Canik (ki buna Samsun da dahildir, odunu bol, çok ormanlık bir yerdir. Yılanların bir kısmı bu ormanlık bölgeden, diğerleri ise denizden geliyordu. Yılanlar birbirleriyle savaşa girişmeden önce dokuz gün boyunca toplandılar. Bu hayvanların korkusundan kimse şehirden dışarı çıkamıyordu, halbuki bunlar ne hayvanlara ne de insanlara bir zarar veriyorlardı.

Bu sebeple şehrin ve ülkenin hâkimi yılanlara dokunulmamasını emretmişti, zira ona göre bunlar her şeye kaadir Tanrının takdiri ilahisi idi. Onuncu gün yılanlar birbirleriyle burun buruna gelip sabahtan güneşin batışına kadar savaştılar. Samsun hâkimi ve ahalisi bunu görünce, Bey kale kapılarından birini açtırıp atlı olarak küçük bir grupla şehrin önüne çıktı ve yılanların savaşını seyretti. Su yılanlarının ormanlardan gelenler karşısında gerilediğini gördü.

Ertesi sabah yılanların hâlâ orada olup olmadıklarını görmek için tekrar şehrin önüne atla gittiğinde sadece ölü yılanlar buldu. Bunları toplattırıp saydırdı, sekiz bin tane idiler. Bir çukur kazılarak bütün yılanların içine atılmasını ve üzerinin toprakla örtülmesini emretti. Sonra bu sırada Türklerin hükümdarı olan Bayezid’e bir haberci göndererek onu bu hayret verici olaydan haberdar etti.

Bayezid bu olayı şehrin yeniden feth etmişçesine büyük bir talih eseri saydı. O, orman engereklerinin deniz yılanlarını yenmesine seviniyor ve şöyle söylüyordu: “Bu, her şeye kaadir Allah’ın bir işaretidir, ve ben denize çok yakın bir ülkenin kudretli bir Beyi ve Kralı olarak umuyorum ki her şeye kaadir Tanrının yardımıyla aynı zamanda denizlerin de kudretli bir hükamdarı ve Kralı olacağım.”

Samsun aslında, surları birbirinden, aşağı yukarı bir ok atımı uzaklıkta, birbiri karşısında iki şehirdir. Şehrin birinde Hıristiyanlar, Cenevizliler, diğerinde ise çevredeki toprakların sahibi olan Müslümanlar yaşar.

Eskiden şehrin ve bölgenin hâkimi, orta Bulgaristan menşeli Dük Sisman idi. Bulgaristan ise vaktiyle üç yüz kalesi, ve şehri olan bir ülke olup başkenti Temowa (Tırnova) idi. Bu ülkeyi Bayezid fethedip Dükayı ve oğlunu tutsak etmişti. Baba, tutsaklıkta iken öldü. Oğlu, kendini hayatta bıraksınlar diye Müslümanlığı kabul etti. Bayezid o sırada Samsun ve Canik’i fethettiğinden, bu şehri ve bölgeyi kaybettiği ülkesine karşılık olarak, ölünceye kadar kendisine verdi.
(…)
 (Sayfalar: 48-51)

Johannes Schıltberger
TÜRKLER VE TATARLAR ARASINDA (1394-1427)

Als Sklave im Osmanischen Reich
und bei den Tataren: 1394-1427

ÇEVİREN Turgut Akpınar
Desenler,
Schiltberger’in eserinin Augsburg 1477 ve Frankfurt 1554 baskılarından,

Samsun Canik'te Bu Kez Deniz Yılanları Kazandı...



Yıl 1399. "Burada, Samsun'un yanında yaşanan bir mucizeyi anlatmalıyım. O zamanlar, ben Türk Sultanı'nın hizmetindeyken, şehrin yakınında o kadar çok yılan belirdi ki, oradaki düzlüğün bir mil çapındaki bölümünü kapladılar. Yılanların bir kısmı denizden çıktı, diğer bir kısmı büyük ormandan geldi, çünkü Samsun'a ait olan Canik bölgesi çok ormanlık bir yer. Dokuz gün boyunca yılanlar, toplanma yerlerine doğru geldiler. İnsanlara ve hayvanlara bir şey yapmadıkları halde, halk sayısız yılandan korktu, şehirde kimse sokağa çıkamadı."

1947 yılından kalma, Gotik harflerle basılmış eski bir kitapta yazıyor bunlar. Hans Schiltberger adında 16 yaşındaki Bavyeralı bir çocuğun, 1394'de Niğbolu savaşında başlayıp 1427'de Bavyera'da sona eren uzun serüveni. Hans Schiltberger memleketine döndükten sonra bir anı kitabı yazmış. Kitap çok sonra Rose Grässel adındaki bir hanım tarafından Hamburg'da yayımlanmış.

Samsun Canik'teki sel felaketinden sonra, selin on ikinci kurbanı, yeniden canlanan Yılanlıdere'nin kenarında bulununca, aklıma bu hikaye geldi: Yılanların savaşı. Yeniden anlatayım diye düşündüm.

1394'de Macar Kralı Siegmund, bütün Hıristiyan dünyasını Türk saldırısına karşı yardıma çağırıyor. Yardıma gidenlerden biri de, Bavyeralı bir şovalyenin uşağı olarak kahramanımız. Türklere karşı savaşa katılıyor. Niğbolu'daki savaşı, kaybediyorlar ve Sultan askerlerine, Türkler çok kayıp verdiklerinden esirleri öldürmeleri emri veriyor. 10 bin kişi öldürülüyor. Sıra tam kahramanımıza gelince, şehzadelerden biri, eski Türk töresine göre 20 yaşından küçükler savaşta öldürülmediğinden, kahramanımızı celladın elinden alıyor. Onu diğer esirlerle Bursa sarayına gönderiyorlar, orada bir tür haberci oluyor.

Hans Schiltberger'in anlattığına göre, Sultan Yıldırım Bayezid, Canik beylerine karşı 80 bin kişilik bir orduyla yürüyüp Samsun'u alıyor, Samsun Beyi 'Cuveid' kaçıyor, Sultan şehri işgal ediyor. Niğbolu'nda yendiği Bulgar Kralı İvan Şişman'ın Müslüman olan oğlu Alexander'a şehrin komutasını veriyor. Sultan bölgeden ayrıldıktan kısa (birkaç ay/gün?) sonra 1399'da, Samsun şehrinin hemen yanındaki Canik'i yılanlar basıyor.

Kitaptan aynen aktarmaya devam ediyoruz:
"...Oranın efendisi, yılanlara zarar verilmemesi emri verdi. Bunun, Yüce Tanrı'nın gözlerimizin önüne serdiği bir mucizesi olduğunu söyledi. Onuncu gün yılanlar birbirine girip savaşmaya başladılar. Şehrin Efendisi, şehrin kapılarını açtırıp, kalabalık yılan izdihamını görmek için, güvendiği birkaç adamıyla dışarı çıktı ve gördü ki, su engerekleri kara engereklerinin karşısında geri çekilmek zorunda kalmaktadırlar. Şehrin Efendisi, ertesi günün sabahı yeniden dışarı çıkıp yılanların hala meydanda olup olmadıklarına baktı. Sadece ölü yılanlar gördü ve onların toplanıp sayılmalarını emretti; 8.000 taneydiler. Bir mezar kazılmasını, yılanların içine atılmasını ve üzerinin toprakla kapatılmasını emretti. Sonra, o zamanlar Türkiye'nin hükümdarı olan Bayezid'e bir elçi gönderdi, mucizeyi ona bildirdi. Şehri ve Canik hükümdarlığını daha kısa bir süre önce fethetmiş olan Sultan, bunu uğurlu bir işaret saydı. Su yılanlarının yenilgisini kendine göre şöyle yorumladı ki, o karaların güçlü hükümdarıdır ama Tanrı'nın yardımıyla denizlerin de hükümdarı olmalıdır."

Şimdi bunu belki daha farklı yorumlamak gerekir. Bu kez yılanlı dere can aldığına göre...

O zamanda da, karaların Bayezid'den daha güçlü bir hükümdarı vardı ve adı Timur idi (Bu ad kitapta da aynen böyle geçiyor). Bayezid, her yeri denizlerle kaplı bir yerin hükümdarı, Timur ise kıta Asyası'nın tam ortasının -Çin'i bile tehdit eden- hükümdarıydı ve Samerkand'da oturuyordu...

Kahramanımız 1402'deki Ankara savaşını da anlatıyor ve bu kez esir olarak Timur'un ordusuyla Asya içlerine kadar gidiyor. (Timur'un ölümü ve gömülmesi ardından yaşanan garip olayları başka bir zaman aktarabiliriz!..)

Timur, bölgenin yönetim merkezi Sinop'u, 1402'de İsfendiyar Bey'e verdi... (Sinop 1461'de, Trabzon'a ilerleyen Fatih Sultan Mehmet tarafından kesin olarak Osmanlı imparatorluğuna bağlandı ve Beylik, yarı-bağımsızlığını kaybetti.)


Yaşar Doğu Kitabına Önsöz

Ahmet SEVEN'in Kaleminden.

Dünya aynı yüzyıl içerisinde iki büyük harp yaşamış birçok ülke felaket derecesinde ekonomik bunalımlara sürüklenmişti. Türkiye Cumhuriyeti Kurtuluş savaşından çıkmış, toparlanma süreci yaşıyordu. Doğu bloku ülkeleri sancı içerisindeydi. Yokluk yoksulluk ciddi boyutlara ulaşmıştı... Anadolu insanı tarihin bu zorlu günlerinde yanık yüreğine su serpecek bir yiğit arıyordu.

Hakikat şu ki; Kahramanlar zor zamanlarda ortaya çıkıyordu. İşte böyle bir zamanda bir Anadolu yiğidi çayırlardan fırlayıp milletlerarası minderlere uzanıyor, Milletine yüz görümlüğü gibi şampiyonluklar hediye ediyordu. Bayrağımız göndere çekilirken ulusların gözleri ona takılıyor, defalarca dinletilen  İstiklal Marşımız silinmemek üzere hafızalara kazınıyordu. Çileli Anadolu halkı elinden geldiği kadar bu şampiyonu takip ediyor,  ona bir kahraman gibi methiyeler yağdırıyor, zaferden dönen orduyu hümayunu karşılar gibi güreş kafilesine karşılama yapıyor, alıp bağırlarına basıyorlardı. 

Kabına sığmayan bu Anadolu yiğidi, önüne kim gelirse gelsin birkaç dakika içerisinde sırtını minderlere yapıştırarak tuş ediyor, hem batı'da hem de doğu'da olmak üzere  'Türk gibi kuvvetli" sözünü zirveye taşıyordu. Onun şampiyonluklar kazandığını duyan çiftçi ertesi gün tarlasına kazmasını daha bir iştiyakle vuruyor, esnaf dükkanını heyecanla açıyor, işçi-memur görevine aşkla sarılıyordu. Yediden yetmişe herkes ümitsizlik perdesini yırtıyor, 'Yenilmek ve yılmak' kelimelerini lügatlerinden çıkarıp atıyor, işte biz buyuz diyordu. Onu analar çocuklarına ninniyle, babalar da övgüyle anlatıyordu.

Yeni doğan çocuklarının adını Yaşar koyarak hem bu yiğidi örnek almalarını, hem de zaferin unutulmamasını istiyorlardı. Okullara, spor salonlarına, üniversitelere, mahalle, cadde ve sokaklara, turnuvalara adının verilmesi belki de bu yüzdendi.  O günden bugüne hiç bir sporcuya böyle bir sevgi nasip olmamış, böylesine içten sahip çıkılmamıştı. Halk onu aileden biri olarak görüyor,  kişiliği, yaşantısı, güzel ahlakı, milli-manevi şuur ve duruşuyla evlerinin en güzel köşesine yakıştırıyorlardı.  

Fatih Sultan Mehmedin İstanbul'u fethiyle 'ortaçağ'ı kapatıp 'yeniçağ’ı açması gibi, Yaşar Doğu'da güreş tarihimizde yeni bir dönemin açılmasına sebep olmuştu. Açtığı çığırdan gidenler 1970'lere kadar başarılarını sürdürüp, yurda şampiyonluk kazanarak dönmüşlerdi. Aynı zamanda her biri örnek kişilikleriyle toplum içerisinde haklı olarak itibar görmüşlerdi. 

Kendi döneminde spor yapan güreşçilere abilik ve hocalık yapmıştı. Güreş hayatını avuçlarına alan bu büyük spor adamı, sağlık sorunları yaşamasına rağmen kendi hayatını hiçe sayarak dava bildiği güreşe hizmetten geri durmamıştır. 15 Aralık 1955'te İsveç'te geçirdiği ilk kalp krizinden sonra doktorları artık güreşmek ve güreşçi yetiştirmek şöyle dursun güreş seyretmeniz bile uygun değil deseler de,  08 Ocak 1961 günü geçirdiği ikinci kalp kriziyle hayata veda edinceye kadar inandığı yolda yürümüş, onlarca şampiyon güreşçi yetiştirerek Türk Milletine armağan etmiştir. 1956 Melbourne ve 1960 Roma Olimpiyatlarında yalnız bırakmadığı talebeleriyle şampiyonluklara koşmuş, onların tarih yazmasına sebep olmuştur.

Onunla birlikte güreş yalnız bir spor dalı olarak görülmekten çıkmış, yeniden irfan mektebi kimliği kazanmıştı. Güreş ocağını Pehlivan Tekkesi bilen Yaşar Doğu bu kapının bir anlamda Yunus Emre'si olmuştur. Tıpkı o da Yunus gibi düşünerek güreş'e eğri şeylerin girmesine karşı çıkmış, bir nefer gibi hayatı boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Milletin gönlünde varolan güreş sevgisini bir devin yeniden uyanışı gibi yalnız uyandırmakla kalmamış,  aynı zamanda onu milli ve manevi şuurla da mayalayarak beslemiştir.  Uluslararası şampiyonalarda daima birincilik kürsülerine çıkarak bayrağımızın defalarca göndere çekilip, İstiklal Marşımızın ezberletircesine okutulduğunu görünce bu mayanın nasıl tuttuğunu daha iyi anlıyoruz.

Yaşar Doğu'nun güreşimize kattığı tekniklerle birlikte kazandırdığı ruhu da iyi anlamalı, akademik seviyede inceleyip tespitler yapmalı ve yetişen güreşçilere aşılamalıdır.  Güreşin bu dava adamının atasporumuza kazandırmak istediği irfan yeniden keşfedilmeli, spor akademilerinde Yaşar Doğu Kürsüleri kurulup ondan daha fazla yararlanma yollarına gidilmelidir.

Eğitim ve öğretimde insanlar verilen tavsiyelerin yanısıra bunun canlı örneklerini de görmek ister. Teorinin pratiğe geçişinde bu canlı örnekler önemli yeri tutar. Yaşar Doğu bu anlamda yalnız spor camiasının değil, yeni yetişen gençliğin de örnek alabileceği ender isimlerden birisidir. Çaresizliklerden çare çıkarmasını bilen, hiç bir şartta kötü alışkanlıklara tevessül etmeyip güzel ahlaktan ödün vermeyen,  hayatını milletinin yarınlarına vakfeden vatan, millet ve bayrak sevdalısı bu insandan alınacak daha çok dersler vardır.

Kuşkusuz o güreşimizin şampiyon temsilcisi olmasının yanısıra, güreş sporunun bir dava adamı, efendisi, bilgesi ve mürşididir. Aynı zamanda minderlerin muhteşem hatibidir de. Onun kürsüsü minderdir. Dünyanın en etkili hatiplerinin saatlerce anlatamadıklarını o birkaç saniye içerisinde minderlerde anlatabilmektedir.

 "Millet Yaşar Doğu'nun kazandığı zaferle beslenmiştir. Milletlere reklâmların veya nazariyelerin dili ile değil, eser ve hadiselerin lisanıyla seslenmelidir. Mesela, Türk Milletine, bütün milletlerin aslında Türk olduklarını bütün eski medeniyetlerin bizim medeniyetimizden başka bir şey olmadığını yahut bütün dillerin Türk dilinden türediğini anlatan ciltler dolusu konferanslar verirseniz; Bu milleti, bir Yaşar Doğu'nun kazandığı zafer kadar Türk'ün büyük ve asil kudretine inandıramazsınız. Çünkü bu ikincisi, hissi bir tez veya ilmi bir nazariye değil, tanınmış dünya pehlivanlarının sırtını üç dakikada yere getiren hakikattir" (Kültür Köprüsü-Kubbealtı Neşriyatı-1985)

Milletinin örnek aldığı, gençliğin kahraman gözüyle gördüğü bu büyük spor adamı için ardından yazılıp söylenenler ancak deryadan sıçrayan birkaç damla niteliğindedir.

"Gençliğin kahramanlarıydılar. Eş dost bir arada heyecanla takip ettiğimiz o olimpiyatlar gençliğimin unutulmazları arasındadır. Yaşar Doğu, Celal Atik, Gazanfer Bilge, Nasuh Akar ve diğerleri bizim neslimizin kahramanları olmuştu?" (Hicran Göze-Kadıköylü Yıllarım: Çocukluk ve gençlik hatıralarım–1976)

Mitoloji kahramanı değildi fakat mitoloji kahramanı gibi, olmaz denileni gerçekleştiriyordu.  Nitekim sahip olduğu efsane gücün masal kitaplarında da yerini almış olması bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. 

 "Az gititk uz gittik, dağ ova düz gittik. Derelerden yel gibi tepelerden sel gibi, Yaşar Doğu pehlivan gibi gide gide bir iğne deliği kadar yol gittik?" (Mehmet Başaran-Aç kapıyı bezirgan başı- Evrensel Çocuk Kitaplığı-İstanbul-2003)

Şahsında topladığı ağırbaşlı, alçak gönüllü, vakarlı, cesur, yiğit ve yardımsever tavırlarıyla öne çıkan Yaşar Doğu hem bileğine, hem de yüreğine karşı kuvvetliydi. Gözü pekti. Samimi ve dürüsttü. Özüyle sözü birdi. Yalanı ve riyası yoktu. Dinine bağlılık,  ona kuvvet ve güven kazandırmıştı. Haksızlık karşısında susmaz susanları da sevmezdi. Çok konuşmaz fakat konuşunca yerinde konuşurdu. Muhatapları onun her sözünü dikkatle dinler, yerine getirmiş olmanın sevincini yaşardı.

Yakın Güreş tarihimizi tahlil edenlerin Yaşar Doğu'dan evvel ve Yaşar Doğu'dan sonra diye iki bölümde inceleme yapmaları çok doğrudur. Yaşar Doğu'nun minderlere çıktığı yıllar bir anda Türk Güreşinin de altın yılları haline gelmişti.  O sahip olduğu yetenek, kişilik ve ruhla rakiplerini birer birer devirirken güreşte yeni bir devrin başlangıcının da müjdesini vermişti.

Her Milletin gücünü temsil eden efsanevi kahramanları vardır. Türk Milletinin Efsane Güreşçisi 'de kuşkusuz Yaşar Doğu'dur. Kısa sürede tuşa getirip yendiği rakiplerinden sadece birisi olan 1948 Londra Olimpiyatlarında Yaşar Doğu'nun tuşla yendiği Avustralyalı güreşçi Richard Edward Gerrard'ın '?Böylesine müthiş bir güreşçiye yenilmiş olmak insana üzüntü değil, keyif vermeliydi. Ben, yaşantım boyunca Yaşar Doğu'ya yenilmiş olmanın, hem de finalde yenilmiş olmanın keyfini yaşadım. Başkalarını bilemem?' diyerek söylediği sözler acaba kaç pehlivana nasip olmuştu?

 Geniş kitleler tarafından takdir edilen bir insan hakkında taşınan düşünceleri kendi dışındakilere de anlatabilme arzusu insanın fıtratında vardır. Bu satırları kaleme alırken yaşadığım tarifsiz duygu ve heyecanı anlatabilmem elbette mümkün değildir.  Kitabın objektifliğini göz önünde bulundurarak mümkün olduğu kadar satırlara yansıtmamaya dikkat ettim.  

Tahminen 2001 senesiydi. Bir arkadaşım Yaşar Doğu'nun Kavak/Emirli Köyündeki evini ziyaret edip etmediğimi sormuş, kendisine hayır cevabı verince; 'Ne olur hemen git evi gör ve kaleme al. Bu eve sahip çıkın?' demişti. Bu talebin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra oraya gittim. Evin hali içler acısıydı. Sanki Yaşar Doğu'nun aziz hatırasına yıkılmamak için direniyordu. Lisanı hal ile; ' Sırtı yere gelmemiş bir pehlivanın yaşadığı evin de sırtı yere gelmemeli' der gibiydi.

Ülkemizin birçok yerinden güreşçi kafilesi veya kişiler gelip ziyaret ediyor, gördükleri manzara karşısında üzülüyorlardı. Tabi ki bundan son derece mahcup olanların başında da köy halkı geliyordu.  Bunu bana zamanın muhtarı anlattığında ben de etkilenmiştim. Köy muhtarı ve Yaşar Doğu'yu çocukluğundan beri tanıyan arkadaşlarıyla yaptığım görüşmelerden sonra kısa aralıklarla bu mevzuyu kaleme aldım. Basının da yoğun ilgisi oldu. Bu tarihten sonra da defaetle ziyaretlerde bulundum. İlgili ortamlarda dile getirmeye çalıştım.

Aradan geçen zaman içerisinde ev restore edilerek çevre düzenlemesiyle birlikte Yaşar Doğu Müzesi olarak hazırlandı. Bu Müze'nin güreş camiamıza anlamlı bir değer katacağına inanıyor, emek verip katkıda bulunanlara buradan teşekkür ediyorum.

Muhtemelen 15 senedir başta Yaşar Doğu'nun kıymetli oğlu dost insan Prof. Dr. Gazanfer Doğu ile görüşmelerimizde görsel ve yazılı olarak röportajlarımız olmuştu. Bu görüşmelerdeki söyleşilere de yer vermeye çalıştığım kitabın hazırlanmasında kendisinden hem fikren hem de kaynak olarak önemli ölçüde yardımlarını gördüm. Yaşar Doğu'nun diğer oğlu Muzaffer Doğu, Kızı Reyhan Doğu Yüksel'de öyle. Kısaca Yaşar Doğu ailesi candan samimi insanlar? Babalarının aziz hatırasına saygıda kusur etmemek için uğraş veriyorlar. Kendileriyle uzun yıllara dayanan tanışıklık ve dostluğumuzun da verdiği güvenden kaynaklanan cesaretle kalemim satırlara dokundu ve bu kitap fikri işte böyle gelişmiş oldu.

Yaşar Doğu'nun vefatının ardından geçen birkaç günlük süre sonunda evlerine gelen ve kendisini gazeteci olarak tanıtan bir kişinin albüm hazırlamak gerekçesiyle geçici olarak hatıralarını, günlüklerini eşyalarıyla birlikte alıp götürmesi ve bir daha da bu kişiden haber alınamaması nedeniyle büyük üzüntü yaşanmıştı. Bu hatıraların bugüne kadar hala bulunamayışından Yaşar Doğu'nun hayatının tam olarak aktarılamamasının yanısıra Türk Güreşinin de büyük kayıbı olmuştur.

Yaşar Doğu'nun büyük kızı Reyhan Doğu Yüksel 'le yaptığım görüşme'de (18.08.2015)  "Kaybolan günlük ve hatıralar konusunda hala ümidimi yitirmedim. Evimize gelerek hatıraları alan gazetecinin yakınları veya onu tanıyanlar varsa ve eğer bir gün bu hatıralara rastlarlarsa Türk Milleti adına getirip teslim edeceklerini ümit ediyorum" demişti..

Doğu ailesinin bütün fertlerinin kaybolan hatıraların hala gelebileceği ümidi ile yaşadığını biliyor ve şahsen ben de bir gün bulunup günyüzüne çıkacağı ümidini taşıyorum. Zira Yaşar Doğu'nun vefatına kadar hayatının her noktasını kaleme aldığı, günlük tutarak, gazete küpurlarını biriktirdiği, fotoğraf ve belgelerinin titizlikle arşivini yapmış olmasından endişem yoktur. Fakat olan olmuştur. Önemli olan mevcut şartlar içerisinde bir bütünü yeniden inşa edebilmektir.

Yaşar Doğu'nun mindere çıkmadan evvel iki rekat namaz kılıp ardından yaptığı duada; "Allahım beni dostuma ve düşmanıma karşı mahcup eyleme. Yüzümü ak eyle' dediği gibi iki rekat namaz kılıp, yaptığım duada aynı ifadeleri temenni ettikten sonra kalemi elime alıp kitabın ilk kelimesine böyle başlamış bulunmanın manevi huzuru içerisinde olduğumu ifade etmeden geçmemeliyim. 

Türk Güreşinin ma'kus talihini yenen, her haliyle bir ahlak abidesi olan bir kahramanın hayatını kitap haline getirebilmek büyük çaba isteyen bir iş. Onun yüksek şahsiyeti ve sevenlerinin aslında çok daha değerli şeyleri hak ettiklerini biliyorum.  Dörtbaşı mamur bir kitap hazırlayabilme arzusuyla hareket edip elimizde olmayan sebeplerle kitabın eksik kalan yanları da olabilirdi. Ancak bardağın dolu tarafına bakılacağı ümidiyle hareket edilmeliydi. Birikimleri değerlendirmemek haksızlık olurdu. ...Ve yıllar içerisinde samimi bir çaba ile yoğrulup harmanlanan bu kitap ortaya çıktı. 

/Ahmet Seven
02.04.2016